12.02.2009

bir avuç bile değildi kalbi

Hasan 10 yaşındaydı. Yaşından olgun, zeki bir çocuktu. Resulallah (s.a.v) ve ashabının aşkı nakşedilmişti kalbine, daha o yaşta. "Çağrı" filmini her gün tekrar tekrar izliyor, izlemekle kalmıyor sanki yaşıyordu. Bu hâl her geçen gün biraz daha değişmesine neden oldu Hasan'ın.

Zamanla anne ve babasını uyarmaya başlamıştı."Anneciğim ne olur başını ört, evde de çıplak dolaşma." "Baba Kur'an oku, namazlarını kıl" diyerek, yardım etmeye çalışıyordu ailesine. Hasan o kadar sevmişti ki peygamberini (s.a.v.), dilinden salavat düşmüyordu. Her vakit O'nu anıyordu aşk ile.

Bir gün okuldan geldiğinde yüzü morarmış, üstü başı perişan haldeydi. Ailesi telaşla sordu. Hasan bir çocuğun Peygamberine (s.a.v) küfrettiğini, buna tahammül edemeyeceğini, bu yüzden de çocuğu bir güzel dövdüğünü tabi bu arada biraz da dayak yediğini söyledi. Okul idaresi aileyi çağırıp şikayet ettiler Hasan'dan. Aile çocukları için endişe ediyordu. O'nun ruh sağlığının bozulduğunu düşünmeye başladılar. Bütün uyarılara rağmen, Hasan daha sonra Rabbine küfreden bir çocuğu da bir güzel dövmüştü. O Hz. Hamza'yı örnek almıştı kendine. En sevdiğine sövenlerin karşısında aslan kesilmişti.

Bir süre sonra grip olduğu düşüncesiyle doktora gitti Hasan. Tetkiklerden anlaşıldı ki hastalık lösemi. Tedaviye hemen başlandı ama Hasan'ın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Her gün biraz daha şevkle kılıyordu namazlarını. Salavat tesbih olmuştu dilinde. Her gün biraz daha özlüyordu Peygamberini (s.a.v.) Ailesine sürekli telkinler yapıyor, onları cennet ehli olmaya davet ediyordu.

Bir sabah erken vakitte babası Hasan'a bakmaya gitti. Onu pencereden birini el sallarken gördü. Sordu kime el salladığını. Hasan anlattı: "Bad-ı saba diye bir rüzgar varmış baba. Ona selam verdin mi Efendimize götürürmüş selamını. Ben ona salladım elimi, bad-ı sabaya. O'na (s.a.v) götürsün diye selamımı"

Yine bir sabah anne ve babasına rüyasını anlattı Hasan: "Eviminizin çatısı açıldı, beyaz giysili iki insan beni alıp bulutların üzerine çıkardılar. Orada çok güzel bir ev gösterdiler bana. 'Hasan burası senin. Gelip burada yaşamak ister misin' diye sordular. Ev çok güzeldi, şimdiye kadar hiç görmediğim ve de hayal edemediğim kadar. Fakat ben annemi babamı isterim, onlardan ayrılamam dedim. Beni geri buraya getirdiler" dedi.

Ailesi Hasan'ın psikolojisinin hastalığın da etkisiyle iyice bozulduğunu düşünmeye başlamıştı. 10 yaşındaki çocuk bu hasta haliyle nasıl bu kadar ibadet edebilirdi?

Hasan daha önce gördüğü rüyaya benzer bir rüya daha gördü. Bu kez kendisine gösterilen evin yanında çok güzel bir bahçeye götürdüler Hasan'ı. "Bak buralar da senin, görebildiğinden de fazlası." dediler. İlerde kendine doğru yürüyen ışık saçan bir adam gördü. Hasan'a sesleniyordu. "Burada kalmak ister misin Hasan?". Hasan: " Ben annemi babamı özlerim" dedi. "Benim de oğlum olmaz mısın Hasan?" diye soru ses. "Sen de kimsin?" dedi Hasan. "Ben senin bad-ı saba ile selam gönderdiğin Muhammed'im" dedi Resulallah (s.a.v.) "Öyleyse anam babam sana feda olsun Ya Resulallah! Anam babam sana feda olsun!" dedi Hasan. "Hazır ol Hasan. Yarın seni almaya ben de geleceğim." dedi sevgili Peygamberi.

Ailesine rüyasını anlattı Hasan. İnanmak istemiyorlardı. Fakat korkuyorlardı da. Resulallah vadettiği gibi Hasan'ın yanındaydı son nefesinde. Yanı başında Hz. Hamza ile birlikte. Anne ve babasına kutlu misafirlerini tanıttı Hasan yüksek sesle salavat getirerek ama onlar sadece boş duvar gördüler.

Babasının daha sonra anlattığına göre Hasan'ın odasına vefatında dolan gül kokusu 10 gün boyunca kaybolmamıştı. Hasan'ın hâli bütün ailesinin hidayetine vesile olmuştu.

İnne lillah ve inne ileyhi raciûn

***

Hasan'ın yaşanmış hikâyesini, birebir ailesinden dinleyen bir ehl-i ilimden işittim. Çocuklara islami terbiye verme, namaz ve ibadet alışkanlığı kazandırma konusunda arayış içerisindeyken bir umut ışığı oldu. Bu gün de 8 yaşındaki Meryem Nesibe'nin hafızlık taç giyme törenine davetiye aldım. Rabbim hepimizin çocuklarına bunlar gibi hüsn-ü misal olmayı nasip etsin. Peygamber aşkıyla doldursun kalplerini. Hasan'ın selamını götüren bad-ı saba bizlerin de selamını götürsün en sevgiliye...

7.02.2009

Dur basma!.. da fistan giyemem amaan...

Ah bir dilleri olsaydı da konuşsalardı, duvarların mı daha çok olurdu anlatacakları yoksa tartıların mı? Veya, duvarlar mı daha iyi sır saklar, tartılar mı? Memnunlar mıdır ki ketum hallerinden? Hiç bağırmak, isyan etmek gelir mi içlerinden?

Duvarlar ayrı bir merak konusudur ama şimdi üzerinde duracağım husus tartılar. Tartı yerine fransızca "bascule" kelimesinden dilimize geçen baskül'ü de kullanırız. Gerçi basanın beden ve ruh haline göre zaman zaman değiştirilebilir özelliktedir baskül kelimesi:

* bas-gül

* bas-ağla

* bas-rejime gir

* bas-çık rejimden depresyona gir

* bas- aç ağzını ve gözlerini açabildiğin kadar

* bas- kapat gözlerini, unut gördüklerini

* bas-kasıl

* bas-bozul

* bas-hayır basma!

...

Siz hiç doğru söyleyen bir tartı gördünüz mü? Ben görmedim. Hepsi de birbirinden yalancı, kötü niyetli, takıntılıdırlar. Hani her öğrenciye takan bir hoca vardır ya okul hayatında, öğrenci çalışır çalışır da geçemez dersi. Öğretmen takmıştır bir kere. Zaten kıt notludur, kırar öğrencinin notlarını. Tartılardaki durum da buna benzer ama bir farkla; notlar gibi kırılmaz kilolar, aksine cömertce yükseltilir tartılar tarafından.

Bütün tartılar bunalımlıdır aslında. Rejim denilen döner kapılı mekâna girmeleriyle çıkmaları bir olan insan evladının yüklerini taşımaktan yorulmuş, depresyonun yamacına sığınmıştır tartılar. Acaba gerçekten bozuk mudurlar, yalancı mıdırlar? Yoksa dokuz köyden kovulan doğrucu davud mudurlar? Bu sebepledir ki; mermer zeminde ayrı, seramik karoda ayrı, tahta parkede ayrı, laminant parkede ayrı tartarlar aynı insanı.

Sahibi önce şefkatle yaklaşır tartıya. Zemini suçlu bulur ilk denemelerde. Nadide bir salon bitkisi gibi tartının yerini sevmesini bekler. Yer değiştirdikçe azalır sabrı. Kabahat tartıdadır belli ki. Kızar, öfkelenir, azarlar... Yine de bir kaç yüz gram eksik tartan yeri, gün ışığını en iyi alan yer olarak belirler tartı için.

...

Bir çok eşyanın eskilerinin yeni versiyonlarından daha iyi olduğunu düşünüyorum. Kayınvalidemin eski ocağı benim yeni ocağımdan daha iyi yanıyor mesela. O'nun çamaşır makinası benimkinden en az üç kat daha uzun ömürlü. Az fonksiyonlu, manuel, demode belki eskiler ama yenilerden çok daha iyi.

Ve tabi eski tartılar... Yeni nesil dijital torunlarından çok daha sağlıklı, çok daha vakurdular, çok daha emindiler kendilerinden. Dijitaller kadar tahkir edilmez, hor görülmez, itilip kakılmazlardı. Azıcık arka ayarıyla oynadın mı, bir de rakamı geriye doğru yuvarladın mı, basanın da basılanın da psikolojisi kurtulurdu. Marifet iltifata tabiydi ya, o kadarcık hileye izin verirdi eski tartılar, küçük kıyaklar yaparları tartılanlara.

Vahim olan ise şimdiki dijitallerin hali. Karakterlerindeki dürüstlük, detaycılık ve de gramcılık ilkesi çoğu zaman taktir edilmediğindendir pillerinin çok dayanmaması. Çabuk pes ederler, fazla dayanamazlar bu "rejim baskısı"na.

İnsan evladının haline için için gülerler kimi zaman. Öyle ya; tansiyon ölçtürmek gibidir tartılmak. Tansiyon aleti çıktı mı ortaya sırayla herkes ölçtürür tansiyonunu. Küçük çocuklar bile "seninki ölçülmez daha" deseniz de "ya bi kere de benimkini ölç" diye yapışırlar ya, tartılmak da böyledir. Tartı ortaya çıktı mı, küçük büyük herkes çıkar üzerine, ya gizlice ya da âşikar tartılırlar. Açken tartılırlar, yemek yer tartılırlar, su içer tartılar. Birisi gelir tartılır, hoşnut kalmayınca bir giysisinin ağır olduğunu düşünür, çıkarıp öyle tartılır. Sonra da neden bilinmez, çıkardığı giysiyi kucağına alıp yine tartılır.

Tartı can havliyle "Yeter! Gelmeyin üzerime!" demek ister belki anlamsız çizgiler yanıp sönerken, fakat diyemez. Sahibinin fazla kilolarından kurtulduğu günü göremeden, vaktinden evvel kapanır göstergesi, biter pili...