14.12.2006

zan...


Yalnız ödevlerim için kaygılandığım,

Sınavdan 60 alınca ağladığım,

Yatağım bozulduğunda sinirlendiğim,

Bir kaç şekerle mutlu olduğum,

Sadece bayram geceleri uyuyamadığım,

Dedemin kestiği koça hüzünlendiğim,

Şimdi yaptıklarının yarısını bile yapamadığım annemi;
"ben anne olsam böyle yapmazdım" diye eleştirdiğim,

Babamın anlattığı
siyah-beyaz fare hikayesini,
sıradan bir masal gibi dinlediğim,

En büyük günahlarımın; anneme öf demek
ve yemeğe besmelesiz başlamak olduğunu düşündüğüm,

Ve bu günlerin çok daha kolay olacağını sandığım o günler..
gelmez mi geri?

7.12.2006

29.11.2006

Hayırdır inşallah

Allah sonunu hayr etsin, bu aralar "hayır" kelimesi fena halde dilime takıldı. Gerekli- gereksiz bol bol kullanıyorum.

Hayırlısı...

Allah hayrını versin...

Bunda da vardır bir hayır...

Hayırdır?

Hayır, hayır...

Bu kadar "hayır" hayra alamet midir bilmem...

Neyse, Allah'dan hayırlısı... :)

21.11.2006

...















Mevsim zemherir.

9'unda mücahidin elleri üşür.

Küçük bedenine sığmaz bir yürek taşır.

İçindeki yangın alemi yakar da, ısıtamaz avuçlarını.

Şehrinin seması kapkara duman.

Ne güneşi görüyor, ne ay ışığını.

Sayamıyor güneşin annesiz kaç güne
daha doğduğu...

Ve bir bomba daha.. çok yakınında...

Annenin kucağında bir bebek,

Bebeği kucağında bir anne daha...

1..5..70... her yaştan insanların feryatları...

...


Kömür gözler babasını arıyor.

Ürkek değil, cesur er bakışları.

Tek tek geçiyor şehitleri.

Her biri babasının bir eşi.

Asrın ebu cehilleri kaç babanın kanına girdi?

...

Ve dermansız kaldığı anda,

Resulallah manen yanında.

Ammar'ı teselli eder gibi okşuyor saçlarını.

Sümeyye'yi, Yasir'i müjdeler gibi müjdeliyor anasını, babasını.

Isıtıyor üşüyen ellerini.

Gücü kuvveti oluyor cılız vücudunun.

"Sevin" diyor.

"Evladısın Peygamberin ve Peygamber komşusunun..."

14.11.2006

Ders 1

Konu: zıt anlamlı sözcükler

Ebruli: ............. Anladın mı oğlum?

S. : Anladım.

Ebruli: Peki o zaman söyle bakalım; "son" sözcüğünün zıt anlamlısı nedir?

S. : NOS

13.11.2006

Bir söz...

"Aklı başında olan insan,
ne dünya umurundan kazandığına mesrur
ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz."
Bediüzzaman

11.11.2006

Cins-i Latif

Ünvanına yakışır şekilde; bir hoş(!) cinstir hanımlar...

Mesela; birikim yapmak isterler, fakat bunu tek başlarına yapamazlar. En az 6-7 kişi olmak üzere, belirli günlerde bir araya gelirler. Birikimin cinsine göre günün adı değişir. Altın günü, dolar günü, euro günü vs...

Ev sahibi bir gün önceden baklava açar. Aynı gün börekler, kısırlar hazırlanır. Maksat müşt.. pardon misafir memnuniyeti...

Hanımlar toplaşır, kaynaşır vs... Sohbetten anlaşırlır ki; önceleri bu hanımların toplanma maksatları; imani konularda kitaplar okuyan ve tefsir dersleri veren bir hocayı dinlemekmiş. Zamanla, hoca cemaatten, cemaat de hocadan memnun kalmayınca yolları ayrılmış. Hanımlar birbirlerini pek sevdiklerinden, bu toplantılara "gün" adı altında devam etmeye karar vermişler.

...

Hazır hoca da gelmemişken (helal dairede) eğlenilir. Çaylar içilir, börekler, kısırlar yenir, pek memnun kalınır. Sanki yapılan ikramların ücretiymiş gibi, paralar çıkarılıp ev sahibine sunulur...

Genelde hep bir ağızdan konuşulur. Diğerlerinin sustuğu nadir anlarda, konuşan kişi, dinleniyor olmanın verdiği keyifle anlatır da anlatır... Kimi ağzı açık dinler hanımı, kimi de "yeteeer"diye bağırır (içinden).

Tam da bir kaç satır kitap okunmaya karar verilir ki; eve dönüş saatinin geldiği farkedilir ve bir dahaki "gün"e ertelenir.

Misafirler evlerine giderler ve ev sahibi ikram etmeyi unuttuğu baklavayı hatırlar...

Ve haftanın konuğu; "gün"de söyle-ye-mediklerini, ağrıyan başına rağmen blogunda yazar...

7.11.2006

Bu da geçer...

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karsısına çıkan insanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatacak yer verecek birileri olup olmadığını sorar. Köylüler, Derviş’e, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söylerler ve Sakir diye birinin çiftliğini tarif edip, oraya gitmesini salik verirler.

Derviş yola koyulur, yolda birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Sakir'in, o yörenin en zengin kişilerinden biri olduğunu öğrenir. Bölgedeki ikinci zengin ise, Haddad isimli bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Sakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır. İyi misafir edilir, yer, içer ve dinlenir. Sakir de, ailesi de hem misafirperver ve hem de gönülleri zengin insanlardır.
Sonra tekrar yola koyulma zamanı gelir ve Derviş Sakir'e ve ailesine teşekkür ederken, "Böyle zengin bir insan olduğun için hep şükret." der. Sakir'den ise şöyle bir yanıt alır:

"Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...".

Derviş, Sakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra, bu yanıt üzerine uzun uzun düşünür. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, Derviş’in yolu yine ayni yöreye düşer. Sakir' e uğrayıp, ziyaret etmek ister. Yolda karşılaştığı köylülerle konuşurken, köylüler:

"Haaaa o Sakir mi? O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor..." derler.

Derviş, hemen Haddad'in çiftliğine gider. Sakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır. Üzerinde eski püskü giysiler vardır. Geçen süre içindeki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi barkı yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için, tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak zorunda kalmıştır. Bu süre zarfında Sakir ve ailesi, Haddad'a hizmetkârlık yapmaktadırlar.

Sakir, Derviş’i, bu kez son derece mütevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Derviş, vedalaşırken, Sakir'e olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve Sakir'den su yanıtı alır:

"Üzülme... Unutma, bu da geçer..."

Derviş, gezmeye devam eder ve aradan uzun yıllar geçtikten sonra, yolu yine aynı bölgeye düşer. Öğrendiklerinden şaşkına döner. Bir süre önce ölen Haddad, ailesi olmadığından, bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkârı ve eski dostu Sakir'e bırakmıştır. Sakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır. Kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insanı olmuştur. Derviş, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde yine aynı yanıtı alır:

"Bu da geçer..."

Birkaç yıl sonra Derviş yine Sakir'i arar. Ona bir tepe gösterirler. Tepede Sakir'in mezarı vardır ve mezar taşında söyle yazmaktadır: "Bu da geçer". Derviş, üzgün bir şekilde, "Allah Allah, ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider...

Ertesi yıl, Derviş, Sakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıklarda mezar falan kalmamıştır. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve Sakir'in mezarından geriye hiç eser kalmamıştır.

O yıllarda, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını, tembelliğe düşmesini önleyecektir. Hiç kimse, sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapmayı başaramaz.

Sultanın adamları bir gün bilge Derviş’i bulurlar, yardım isterler. Sultan yüzüğe fena halde takmıştır. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazar. Kısa bir süre sonra, yüzük sultana sunulur. Sultan önceleri hiçbir anlam veremez; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya takılır gözü. Üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır. Büyük bir mutluluk ışığı parlar gözlerinde. Sonunda tam da istediği bir yüzüğü olmuştur. Yüzüğün üzerindeki yazı mı? Şu yazılıdır yüzüğün üzerinde:

"Bu da geçer..."

Dost

4.11.2006

Farkında mıyız?

"Farkında" olmalı insan. Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.

Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen.

Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.

Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.

Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.

Henüz bebekken "Dünya benim!"dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların "her şeyi bırakıp gidiyorum işte!" dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.

Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.

Azrailin her an sürpriz yapabileceğini, nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan ve ölmeden evvel ölebilmeli.

Hayvanların yolda kaldırımda çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.

Eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en güzeli) olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı.

Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.

Evinde 4 kedi 2 köpek beslediği halde çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.

Eşine "seni çok seviyorum!" demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.

Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.

Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.

Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını 60-70 yıl sonra sigara yüzünden Azrail'e soba borusu gibi teslim etmenin emanete hıyanet sayılacağını fark etmeli.

63 yıllık ömründe hiç karnı doymayan bir peygamber'in ümmeti olarak aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli.

-alıntıdır-

1.11.2006

kınama :)

Başlığından da anlaşılacağı gibi bu bir kınama yazısı. Baazı blogcular; yorumları onaya tabi tutuyorlar malumunuz.

Bazıları(!) bu onay meselesini abartıyor, işine geleni yayınlıyor, işine gelmeyeni* yayınlamıyor. Sözüm
meclisten dışarı :)

İstediğimi yazabileceğim bir blogum var. Ne güzel... :)

---

* Parmaklarım heyecanımdan değil, yazımın hızına yetişemediği için birbirine karışıyor. Bilir misin bilmem, hızlı klavye kullanlarda olur...

31.10.2006

Nefsi hastalıklar

"Zayıflık, ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik, yersiz övünme, zülüm, azgınlık, inkàr, nankörlük, acelecilik, başıboşluk, serserilik, cimrilik, aç gözlük, hırs, münakaşa, gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlıkta katılık, aldatma, yalan, iddià, sabırsızlık, şikàyet ve yakınma, infak etmeme, isyankàrlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma.

Bu Nefsi hastalıklardan kurtulup mutmain olunca içini Allah'ın zikri, şeytandan sakınma, güç ve gayretin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme, gökleri ve yeri ayakta tutan ve yok olmaktan koruyan Allah'a yönelme gibi, insanın maneviyatını güçlendiren ve ruhi kalitesini yükselten faziletlerle dolar. Bu durumda yükselen insandan şeytan artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu değiştirir.

Nitekim Hz. Ömer bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber (SAV) ona hitaben şöyle demiştir: 'Ey Hattâboğlu Ömer, şeytan aslâ seninle karşılaşamaz. Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider.' "

29.10.2006

Hayatdar

Kemikten bir kafes içinde, yumruk büyüklüğündeki etten pompa, muntazam çalışıyor.

Pompalanan hücreler; vücudunu baştan ayağa, ince bir nakış gibi donatan narin borularda geziyor.

İki pencereden, senin için süslenmiş kainatı seyrediyorsun. Perdeleri açıkken ayrı, kapalıyken ayrı alemleri izliyorsun.


Ciğerlerine nefes çeken burnun; beynine de türlü türlü koku sinyalleri gönderiyor. Toprağın, gülün, meyvenin kokusunu alıyorsun.

Acıkan karnını doyuruyorsun. Dişlerinle öğüttüğün her yiyecek, vücuduna gerekli yakıt, damağına da ayrı birer lezzet oluyor. Limonun ekşisi, biberin acısı, şekerin tadı kalıyor dilinde.

Sineğin vızıltısını, gök gürültüsünü, ağlayan bebeği, müezzini işitiyorsun.

Parmakların dilediğini tutuyor. Su içtiğin bardağı, kitabı, kalemi, sevdiğinin elini...

Ayakların koca bedenini yükleniyor, seçtiğin yöne doğru götürüyor seni.

Konuşuyorsun, gülüyorsun, ağlıyorsun, yaşıyorsun.

Hayattasın.

Peki;

Gösterenden, dinletenden, tattırandan, kalbini attırandan, varlığını kuşatandan, yaşatandan haberdar mısın?

Hayatdar mısın?

25.10.2006

...

"Yarımlar, yarım kalmaz ardından.

Yetmez mi?

uyu, uyan...

uyu, uyan...

Uyu, uyan-ma artık" diyorsa bir ses

Sığın ALLAH'a

Hasbunallahi ve ni'mel vekil!

Sanki almışım

Arabalı karıncalar size de tanıdık gelecek.

22.10.2006

20.10.2006

KABUL

Sıradan bir gün daha başlamıştı. Hızla kahvaltı etti. Aynada kravatını düzeltti. Siyah deri çantasını eline aldı ve aşağıya indi. Arabasının hala bakımda olmasına hayıflanarak bir taksi çağırdı. Bugün programı yoğundu. Önce fabrikaya uğramalıydı. Sonra… “Akşam da annemin çorbasını içerim” dedi içinden.

Cahil bir kadındı annesi. Hayattan zevk almayı bilmezdi. Çoğu insanın ancak rüyasında göreceği imkanlara sahipken, O eskimiş seccadesini, Kur'an'ını tercih ederdi. Yine de çok severdi annesini. Bir gün görmese özler, 5-10 dakikalığına da olsa ziyaret ederdi. Sonra kıyafeti de çevresideki süslü kadınlardan çok farklıydı. Niye saklardı ki kendini o çarşafın içinde? Niye gizlerdi o siyah örtüyle, gençlerden daha taze yüzünü?

Düşüncelerden sıyrılıp etrafına baktı. Adres söylememişti. Fakat taksici onu hiç bilmediği bir yere götürüyordu. “Hayır” dedi, burası değil. “Şu adrese gideceksin.” “Bana verilen emri uyguluyorum” dedi taksici. Adam “hayır” diyordu ısrarla. Kendinden emin ve mağrur bakan gözleri dehşetle açılmıştı. Hayal meyal hatırlıyordu bir yerlere gideceğini, duymuştu… “Fakat şimdi değil, şimdi değil” diyordu. Hemen siyah çantasına sarıldı. Taksicinin, aldığı emri her şeye rağmen yerine getireceğini biliyordu. Titreyen elleriyle çantayı karıştırmaya başladı. Öyle ya, bunları hazırlamak için çok çalışmıştı. Fakat o da ne?! Ev, fabrika, ofis tapuları, banka cüzdanları, diplomalar… Hepsinin üzerine kırmızı birer mühür basılmıştı.

RED! RED! RED!

Bir zarf çıktı evrakların arasından. Üzerinde yeşil “KABUL!” mührü olan zarfta “annen” yazıyordu. Heyecanla açtı, okudu:

“Allahım, oğlumdan razı ol. Ona tevbe fırsatı vermeden, tevbesini de kabul etmeden canını alma!"

Nefes nefese uyandı. Bu bambaşka bir sabahtı. Hidayet sabahı... Annesini arayıp rüyasını anlattı. Elini öpmeye, yine duasını almaya gidecekti.

Annesi şükür secdeleriyle oğlunu beklerken telefon çaldı. Numara oğlunun, ses bir yabancınındı.

“Teyze… Ben taksiciyim… Oğlun.. oğlun arabamda kalp krizi geçirdi… Başın sağolsun. ‘Anneme söyleyin’ dedi. ‘Duası KABUL oldu’.”

19.10.2006

Cevşen'den

Allah’ım Senden şu isimlerinin hakkı için istiyor ve yalvarıyorum.

Ey her şeyin Gerçek Mâbudu olan Allah

Ey dünyada dost ve düşman ayırt etmeden bütün mahlukatını rızıklandıran Rahman

Ey âhirette sadece dostlarına rahmet edecek olan Rahim

Ey herseyi hakkıyla bilen Alîm

Ey yarattıklarına son derece yumuşak muamele eden Halîm

Ey sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan Azîm

Ey herşeyi yerli yerinde yapan Hakîm

Ey varlığının başlangıcı olmayan Kadîm

Ey herşeyi ayakta tutan Mukîm

Ey iyilik ve ikrami bol olan Kerîm

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden baska İlah yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

11.10.2006

Beş Vakit

SABAH NAMAZI

Vakit seher…

Zamanın rahmine sabahın nütfesi düştü az önce. Gün doğuyor yine ve yeniden. Şimdi hatırla ki, sende bir zamanlar yokluğun karanlığında yitiktin. Kimsenin adını bilmediği, hatırını saymadığı bir yetimdin. Hatırla ki, Rabbin seni yokluğun gecesinden varlık ufkuna eriştirdi. Unutulmuşluğun gecesinde bırakmadı seni. Rabbin seni sahipsiz de bırakmadı. Şimdi seher vakti. Sıyrıl gafletin gecesinden. Sehere aç gözlerini. Rabbine aç gözlerini. Uyan. Uyan ve an seni hiç unutmayan Rabbini herkes unutsa bile, seni unutmayan Rabbini herkesin O’nu unuttuğu anda an! Kalk! Kalk ve miracına eşlik et En Sevgilinin(asm).

Şimdi sabah! Şimdi sabah namazı vakti.

ÖĞLE NAMAZI

Vakit Öğle…

Güneş göğün en yüksek noktasında. Tıpkı gençliğin gibi. Şimdi gün de bir delikanlı. Heyecanlı ve telaşlı… Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, hiç akşam olmayacakmış gibi… Oysa, güneş şimdi batmaya başladı. Zirveye erişen herkes gibi o da alçalmaya başladı. Akşama akıyor ışıklar artık. Bil ki gün akşamlıdır; bil ki yazın sonu hazandır. Vakit öğle…O kadar gürültü var ki ortalıkta …Kalbinin sesini duyamıyorsun bile. Ruhunun sonsuza uzanan emellerine kör olmak üzeresin. Telaşların arasından sıyrıl, yer ayır ruhuna. Kalbini sonsuzluğa bitiştir. Alnını secdeye değdir

Şimdi Öğle vakti. Öğle Namazı vakti.

İKİNDİ NAMAZI

Vakit İkindi...

Gün ihtiyarladı. Güneş solgun rengini bırakıyor güller üstüne. Hüzün renkli bulutlar sardı göğü. Güneşin saltanatı bitmek üzere. Zevale akıyor ışıklar. Hatırla ki, sende bir ömrün ikindisine yürüyorsun. Tenin soluyor. Gözlerinin feri çekiliyor. Öbür kıyısındasın artık nehrin. Güz yaprakları gibi. Hem dalındasın hayatın, hem de düşmeye hazırsın. Rüzgarı bekliyor gibisin. İnceldiğin yerden kopmaya hazırsın. Hoyrat bir rüzgar artık zaman. Şimdi İkindi Vakti. Secdeye koy alnını. Zamanın sahibini selamla. O’na konuş, O’nunla konuş; dualarını fısılda. Sonsuzluğa tutun hece hece.

Şimdi İkindi.Şimdi İkindi Namazı Vakti.

AKŞAM NAMAZI

Vakit Akşam...
Gün ölmek üzere. Güneş ışıklarını topluyor eşyanın üzerinden. Kızılca kıyameti kopuyor dünyanın. Kara kefenini giyiniyor gün. Gülün rengi soluyor, eşyanın cezbesi yitiveriyor. Hatırla ki, senin de akşamın olacak bir gün.Ömrünün ışıkları solacak. Hayatının perdesi çekilecek Dudakların da donacak gülücük güneşi. Zaman uçurumun olacak; gelen günün güneşi sana doğmayacak Şimdi akşam. Herkesin senden uzaklaşacağı ölüm anını hatırla ki, sende şimdi herkesten ve her şeyden uzaklaşıp Rabbine yanaşasın. Seni sen yokken de bilen Rabbin , sen öldükten sonrada bilecek elbet. Herkesin unuttuğu yerde seni bir O hatırlayacak. Hatırını yalnız O bilecek. Sen de O’nu an şimdi.

Şimdi akşam vakti.Akşam Namazı Vakti...

YATSI NAMAZI

Vakit Yatsı...

Gün çoktan öldü. Güneş ışıklarını topladı. Gece hükmediyor aleme. Güneşin saltanatı bitti. Işıklar tükendi ufuklarda. Renkler ellerini çekti eşyadan. Gül soldu, gün soldu. Göğe yöneldi gözler. Hatırla ki, sende unutuşun kara gecesinde yuvarlanacaksın. Bir adın kalacak geriye. Bir mezar taşın hatırlayacak belki seni. Belki o da unutacak. Düşün ki, unutuşun koyu karanlığı çökmüş üzerine. Yokluğuna çoktan alışılmış. Unutuluşun hepten kanıksanmış. Kimsenin özlediği bile değilsin artık. Hatırla bunları. Hatırla ki, çoklarının seni unuttuğu bu gece, herkesi unutup sen de O’nu hatırla. Çoklarının ışıklara kanıp sahte renklerin kuyularına daldığı bu gece, Rabbine kan, Rabbine uyan.

Şimdi Yatsı Vakti. Şimdi yatsı Namazı Vakti...

-Senai Demirci-

10.10.2006

ZİKRULLAH

İşe başlamadan önce İNŞALLAH

Kendimize güvenirsek EVELALLAH

İşe başlarken BİSMİLLAH

İşten vazgeçersek EYVALLAH

Sonuna kadar gitmek istersek YA ALLAH

Canımızı sıkarlarsa FESÜBHANALLAH

İşe coşku ve heyecanla sarılınca ALLAH ALLAH ALLAH

İşi başarı ile bitirince MAŞALLAH

Eğer işi başaramasak HAY ALLAH

7.10.2006

Şimdi nerdesin?














Biz, aynı elbisenin dört katı fiatını bir etikete verirken,

sığmayan giysileri koymak için yeni dolaplar beğenirken,

Ayşe hanımlarınki daha lüks diye koltukları değiştirirken,

koltuklara uymayan yeni perdeleri yine yenilerken,

çocuklarımız arkadaşlarıyla en pahalı oyuncak yarışına girerken,

yine de mutlu olmazken,

ellerimizdeki ağır paketleri lüks otomuzun bagajına kadar zorla taşırken,

tokluktan yemek beğenmezken,

midemize sığdıramadıklarımızı elimiz titremeden çöpe dökerken,

biz alırken..alırken..alırken...

atarken,

saçarken,

dökerken,

yine de memnun olmazken,

şükretmezken,

...

Sen kapatma tertemiz yüzünü

Biz kapatalım hala kızarmayan yüzümüzü!!!

5.10.2006

3.10.2006

Kaya kırlangıçları

"Kaya kırlangıçları, yiyecek bulduklarında sadece kendilerini düşünmezler. Yiyeceğin yerini çeşitli hareketlerle arkadaşlarına da bildirirler. Avlanmakta usta olan kırlangıçlar, yiyecek bulmakta zorlananlara yardım ederler. Zamanlarının çoğunu buldukları yiyeceklerin yerini arkadaşları na göstererek harcarlar."

İlkokul 3. sınıf ders kitabından öğrenecek şeyleri olan ne çok yetişkin var...

30.09.2006

Arz-ı Hal


Yine hasretindeyim...
İki nemli göz ile kaldım, gurbetindeyim...

Seyredemedim Beytullah'ın azametini.
İlk duamı edemedim, yüreğim titreyerek.
O nur denizinde bir damla da ben olamadım.
Müstesna mü'minlerin aminlerine karışamadı aminlerim.

Habibim!
Mübarek ellerinle yerleştirdiğin cennet kokulu taşı, senin öptüğün gibi öpemedim.
"Lebbeyk!" diyemedim ashabın gibi.
Bedir'de zafer tekbirleri getiremedim.
Uhud'da Fatiha'lar okuyamadım.
Müjdelendiğin mağarada, sana salat u selam getiremedim.
Yürüdüğün kumlarda yürüyemedim.
Isındığın güneşte terleyemedim.
Doyduğun topraklarda bir tanecik hurma yiyemedim.
Bir yudum zemzemle, seni gönderene (C.C.) hamd edemedim.
Zalimlerden Rabbine sığındığın yerde, asrın zalimlerinden Rabbime sığınamadım.

Kusva'nın izlerini takip eder gibi, Medine yollarına düşemedim.
Sana ensar gibi kasideler söyleyemedim.
Nurlu şehrin bir ezanını, Hz. Bilal'den dinler gibi dinleyemedim.

Ey yüce imam!
Senin mescidinde bir vakit namaz kılamadım.

Ey şanlı hatip!
Ezeli hutbenin bir ayetini, senin lisanından dinler gibi dinleyemedim.
"Kapındayım ey Allah'ın Resulü! Şefaat et" diyemedim.

Göremedim ey Nebi!
Hiç görmediğim diyara hasretimi dindiremedim.
Kabul et salatımı...
Meclisinde misafir gibi, kabul et selamımı...

Essalatü vesselamu aleyke ya Resulullah.
Essalatü vesselamu aleyke ya Habiballah.
Essalatü vesselamu aleyke ya Nebiyyallah.

10.06.2006

Hey gidi günler(den)...

Yemekten kalktığında, yarım bıraktığı bir parça ekmeği gören annesi tatlı-sert bir dille uyarır:

- Onu hemen bitirmelisin. Yoksa ahirette arkandan gelir!

Çocuk ekmeği eline alır ve bahçede bitireceğini söyler. Elinedeki ekmeğe bakar ve düşünür... Bahçenin tenha bir köşesine gider. Teyzesinin yeni dikmiş olduğu elbisenin eteğine ekmek parçasını sarar. Eline bir taş alır, vurur..vurur...

Toz haline gelen ekmek kırıntılarını bahçeye savurur. Parçalanmış dantelli elbisesine aldırış etmeden, arkasını döner ve yürümeye başlar. Göz ucuyla arkasında bıraktığı kırıntılara bakarak der:

- Haydi şimdi gel bakalım arkamdan!

***

Hikayenin kahramanı: Eskilerin sivri zeka çocuğu, şimdinin annesi ve de anneannesi.

Yer:
'Cennette ilk o evi isterim' dediği, halen rüyalarını süsleyen sarayın(!) bahçesi.


Hikayeden çıkarılabilecek sonuç:
Kahramanımızın, hayatının ileriki safhalarında (çok zor olsa da) yapmaya çalıştığı gibi;


Çocuklarınızın yapmasını istediğiniz bir şeyin, mantıklı sebeplerini izah edin, edebilirseniz ikna edin...

4.06.2006

Bir nefeslik mola ver!

Ey Rabb-ül Alemin'in alemlerinden bir alem...

Kalem-i Kudret'in dairelerinden bir daire...

Zeminin halifesi...

Kainatın numunesi...

Sayısız harikalarla süslenmiş bir sarayın,

Sofra-i Rahman'ın şerefli misafiri...

En yüce mertebeye çıkabilecek kabiliyetlerle donatılmış,

1..1..1..1..1..1' ler arasında 1 !


Yazık ki...


Duyduğuna, duyabileceğine sağır...

Gördüğüne görebileceğine kör...

Bildiğine bilebileceğine cahil...

Sultan olacakken sefil...

Kârun olacakken fakir NEFİS! ^

Yavaşla...

Yükünü omuzlarından indir...

Gaflet gözlüklerini çıkar...

Günah terlerini tevbe mendiliyle sil...

Sunulan iman şerbetlerinden iç..iç..iç...

Bir nefeslik mola ver.

Tekrar düşün!

Nereden geliyorsun?

Nereye gidiyorsun?

Necisin?

Cevabı bul, bil, YAŞA!

Ebedi NAR olma!

Ebedi NUR ol!

30.05.2006

Kulluğum Sultanlığımdır

Hatırlıyorum, bir tanıdığım 'Niçin namaz kılıyorsun?' diye sormuştu da hemen cevap vermek yerine, başka bir soruyla mukabele etmiştim: 'İlletini mi öğrenmek istiyorsun, hikmetini mi?' Şaşırmış, 'bu ne demek oluyor' demişti. Şöyle bir açıklama yapmıştım: 'İllet, hakiki sebep demektir. Hikmet ise, gözetilen fayda ve menfaat.'

'Şu halde illeti nedir?'

'İlâhî emir, sadece emredildiği için kılıyorum.'

'Ya hikmeti?'

'Saymakla bitmez. Ben, hemen aklıma gelenleri söyleyeyim. Herşeyden önce, cehennem ateşinin kalkanı, kabir azâbının siperi ve cennet kapılarının anahtarıdır. Ebedî saadet, onun sonsuza uzanan bir meyvesidir.

Namaz kalbe gıda, rûha şifa, bedene sıhhat, vicdana ölçü, akla istikâmet, iradeye kuvvet ve duygulara intizam verir.

Namaz, hayatı disiplin altına alır, günahtan korur, manevî kirleri temizler. Ruh, onunla nefes alır, huzur bulur, sükûna erer, Rabbine yönelir. Mânevî yükselişin merdivenidir namaz; bütün ibadetlerin özüdür.

Ancak bunların hiçbiri olmasaydı bile ben namazımı yine kılacaktım. Çünkü, faydalar teşvik edici olabilir, fakat asla hakiki sebep olamaz. Önce istenilmez, belki sonra verilir.'

O zaman söyleyemedim, dostuma şunları da söylemek isterdim:

'Namaz îmânımın ifadesidir, acizliğimin, zayıflığımın, çaresizliğimin, kısacası kulluğumun itirafıdır.

Namaz gözümün nuru, gönlümün gözbebeğidir. Dünyam onunla aydınlandı, hakikatı onun ışığıyla gördüm, diğer varlıkların ibadetlerini onun ilhâmıyla bildim.

Secdedeki zilletimde izzetimi bulmuşum. Allah'a baş eğişim, başkasına baş eğmeyeceğime dair yeminimdir. Alnım yeri öperken, rûhum da beni sayısız ni'metlerle yaşatan rahmet elini öpmektedir.

Namazda ben âlem olurum, âlem de ben olur. Yüce divanda kâinatın sözcülüğünü ederim. Dilsiz varlıklar benim dilimde dile gelir.

Seccade tahtım, secde saltanâtım... ve kulluğum sultanlığımdır.'

Ömer Sevinçgül

16.05.2006

AB-DEST

Ab sudur ve dest el.

Su ile elin birleşmesinde ne var?

Bir sevda, bir hasret, bir kavuşma arzusu.Cenab-ı Hak "Biz canlı olan herşeyi sudan yarattık" buyuruyor.
Oysa insanın aslı topraktır bilirsiniz. Lakin biraz suyla karışmış bir toprak, düpedüz balçık yani.

Toprakla su birbirinden uzak düşmüş Adem ile Havva gibidir.Gün geçer hasret koyulaşır. Su başını taştan taşa vurup asırlar boyu avare dolaşır. Güneşin altına gerilen toprak bağrını şerha şerha yararak vuslat gününü bekler.

Ab sudur ve dest el.

Toprakla suyu kavuşturan kudrete binlerce şükran. Ne görkemli buluşmadır o; can kuşu kanat çırpar, her yönden bereket fışkırır. Hayat denilen anlaşılmaz şey orada beliriverir; tohum çatlar,çocuk doğar, çimenin yeşil ucu toprağı yarıp çıkar. İşte bu harekettir, canlanmadır, gafletten, ataletten, meskenetten kurtuluştur.

Abdest alan mümin suya kavuşmuş toprak gibidir. Azaları üzerinden geçerken serin sular; kuru gövdeden yapraklar,çiçekler göverir. Bütün bu çabalama, bu hazırlık Hakk'ın huzuruna çıkılacağı içindir. Abdest namazın kapısı değil midir? Hakka varan kişi içini ve dışını temizlemiş olmalı değil midir? İşte abdest bizi temizler. İçimizi,dışımızı nur ile doldurur.

Ellerimizi yıkarken, bu ellerle ne günahlar işlediğimizi biliriz. İşte onlar parmaklarımızın arasından kayıp giden sulara karışır ve temizlenir.

Abdestin suyu günaha bakan gözleri, günahla kızaran yüzü de arındırır.

Ağzı abdest suyu ile çalkaladığımız zaman, bizi günaha sokan kelimeler,

Bu kelimeleri oluşturan dil ve dişler pir ü pak olur.

Başımızı mesh ettiğimizde zihnimizden geçen günahlar bir bir dökülür.

Kulaklara değen abdest suyu bu organın dikkat kesilip dinlediği günahkar sözleri siler süpürür.

Ve en nihayet bizi günahın kapısına kadar yürüten ayaklarımızı yıkarız. Onlar da günahtan kurtulmuş olur.

İki cihan serveri Peygamberimiz Efendimiz şöyle buyurmuş değil midir: "Ümmetim kıyamet gününde, yüzleri,elleri, kolları parlak vaziyette çağrılacaktır. İşte bu parlaklık abdestin izidir."

Namaz nurdur, sadaka bürhandır, sabır ziya, temizlik imanın yarısıdır. Ve abdest bu temizliğin anasıdır.

Yani ab su dest eldir.
Su ile elin birleşmesi abdesttir.

Su bulamayan mümin teyemmüm eder.Yani elini toprağa sürter. Toprak da bir temizleyendir.O da sudan gelen bir can taşır...


-Alıntı-