31.12.2009

Uyan blog!

Yeni senenin ilk gününde, yine devam edebilmek ümidiyle selamımın ulaşacağı herkese merhaba...

Umarım bu satırlar Mehmet abi'nin tabiriyle can çekişen bloguma elektro şok etkisi yapar da dirilir blog.

Yazacak çok şey var esasında ama, ara verince tekrar başlamak zor oluyor. Bilge blogcu siyah zambak ne demiş: "Blog mide gibidir, yedikce yiyesin gelir, miden büyür. Yemedikce de yemezsin." Aynen bu özlü sözde olduğu gibi yazdıkca yazasım gelir diye ümid ediyorum.

Cenk bey yeni blogunda hac yolculuğumuzdan bahsetmiş. Fotoğraflarımızın başına gelenleri de anlatmış. Fotolar gitti bari birşeyler yazayım teşvik maksadıyla diyordum ama bir de baktım daha umre yazısının üstünden sadece bir post geçmiş. :) Bu sebeple ve bazı kaygılarla şimdilik bu konuyu erteledim.

Blog muhabbetini özledim. İnşallah arayı açmadan yazmaya çalışacağım. Fakat yine siyah zambağın söylediği: "Yazının kalitesi değil devamlılığı önemlidir" özlü sözünü dikkate alarak sırf yazmış olmak için yazabilrim. Mesela bir gün " bu gün yazasım yok" ya da " yzsm vr fkt vktm yk" şeklinde yazılar görürseniz şaşırmayın.

(Sevgili Mehmet abi ve Siyah Zambak; gördüğünüz gibi yazılarınızdan azıcık ifade aşırmış bulunuyorum. Bloguma yaptığınız zorunlu katkılardan dolayı şükran kesiran...)

31.07.2009

30'u nasıl bilirsiniz?

Son zamanlarda dilime takılmış bir sayı var ki, alâkalı alâkasız içinde sayı geçebilecek cümlelerde ilk aklıma gelen sayı o; 30.

Kızıma “Sana otuz kere yapma dedim” diye söyleniyorum. “Aynı soru otuz kere de sorulmaz ki canım” diye homburdanıyorum. “Bu bina otuz katlı vardır” diye tahmin yürütüyorum. “Otuz liradan fazla değildir bu bluz” diye bilgiçlik yapıyorum. “Senden otuz kere istedim, nasıl unutursun?” şeklinde sitemler edebiliyorum..


Belki günde otuz kere “otuz”lu cümle kuruyorum. Kendi kendime otuz kere söz verdim otuzun yakasını bırakacağıma dair ama olmadı. Takıldım bir kere. İlk başlarda bu duruma mana veremedim ama sonra anladım ki, bünye “otuz”a alıştırma mekanizmasını otomatik çalıştırmış. Nitekim 30. yaşımın ilk günlerini geride bırakmış bulunmaktayım.


Geriden gelenleri rahatlatır mı bilmiyorum ama, endişeye mahal yok. Geldim, gördüm, sevdim. Bence “30 yaş sendromu” yaftalamasını hak etmiyor. Öyle sakin, uyumlu, kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan bir yaş. Depresyon beklentisinde ısrarlı davranmadıkça öyle kalacak gibi görünüyor...

27.05.2009

İlk Sefer

Vaktiyle ağızdan çıkan bir kelâm, geri dönmeyen bir duâ olmuştu Mevlâ katında. Ve bir yol göründü duâcılara. Uzun, kutlu bir yolculuk başladı. Hedef Medine…

Kendimi inandırmak için bu mübarek sefere, içimden tekrar edip duruyorum “hedef Medine!” Nurunu kâinatın nurundan alan bahtiyar şehir. "Ya Rasulallah!(s.a.v.) Bu benim sana giden yollardaki ilk seferim. Küçük adımlarla geliyorum mescidine ey Habib! Öyle yapardı ya Allah dostları. Her adımına sevap umarak rahmet sahibinden, mescide giderken küçük atarlardı adımlarını. İşte ben de öyle yapıyorum. Senin mescidine giderken küçük atıyorum adımlarımı, büyük umarak sevaplarımı… "

Kara yolu zahmetlidir dedilerse de, her ânı rahmet oldu yolumuzun, her ânı şükür. Gidişimizden haberdar etmek için ev sahibini, hep salât u selam söyledi dillerimiz. “Bizi sana yakınlaştıran çöl kumları adedince salât ve selam sana ey Nebi! Mescidinde bir secdelik yer bulmaktır ümidimiz. Budur; sözün gibi doğru, özün gibi doğru yolunda ilerleyiş nedenimiz…”

Issız bucaksız bir çölün ortasında ilerliyoruz. Gözün görebildiği her yer kum. Sarıdan başka bir renk yok. “Habibim! Yolun sonu bir yeşile çıksın da, bütün yollar çöl olsun varsın. Kubbe-i Harda'n ile yeşillensin de gönlüm, varsın sapsarı kesilsin dünya.”

Çölü gizemli bir masal diyarı gibi incelerken, yavru bir deve ilişiyor gözüme. Gördüğüm diğer develerden farklı, bembeyaz bir deve yavrusu. Hasbelkader çöle savrulmuş bir kar tanesi gibi kumların üzerinde salınarak yürüyor.

Kilometreler azaldıkça mesafe uzuyor sanki. Medine yaklaştıkça heyecan basıyor kalplerimizi. Dağları bir başka, kumları bir başka şehir. Taşı, toprağı, havası, suyu bahtiyar şehir şimdi daha da yakın. Azaldı mesafeler. Gün vuslat günü. İşte hurma bahçeleri. Ağaçların üzerinde yeşil, salkım salkım hurmalar. Toprağa iliştirilmiş birer zarif şemsiye gibi Medine güneşini gölgeliyor hurma ağaçları.

Ve işte nur şehir… “İlahi! Bağrındaki Muhammed (s.a.v.) hürmetine nurlandır kalplerimizi. Buradan girişimize denk kılma dönüşümüzü. Sevdir bize en sevdiğini. Sevdir bizi en sevdiğine…”

Edeb lazım şimdi. Nezafet lazım. Hiçbir bayram sabahı bu kadar bayram etmemişti yürekler. O’nun mescidine giderken alınan abdest kadar özenle alınmamıştır hiçbir abdest. Uzuvların hepsi ayrı sevinçli. Huzur-u Peygambere varmak için alınan bir abdeste şahitlik edecekler her biri.

Bir yatsı vakti gidiyoruz mescidine. Avluya varır varmaz bir esinti kucaklıyor Peygamber misafirlerini. Yüreklere kadar ılıtan tatlı bir nesîm. Canan’ın sarıp sarmalayan bir ‘hoş geldin’ nefesi mest ediyor canları. 'Allahu ekber' sesleri yankılanırken Medine semalarında her yaştan insan mescide akın ediyor. Terlik sesleri karışıyor tekbir seslerine. Geri döndüğümde en çok özleyeceğim seslerden birinin bu olduğunu daha sonra anlıyorum.

“Ya Resulallah! Bu benim mescidine ilk gelişim. Ondan bu telaşım, acemiliğim. Bu benim huzuruna ilk varışım. Yemyeşil kubbeni ilk görüşüm. Uçsuz bucaksız çölleri yeşillendiren, göze şifa, gönle şifa Kubbe-i Hadra’na ilk bakışım. Fakat yabancı değil. Garip hiç değil. Burası bana doğup büyüdüğüm yerlerden çok daha yakın, çok daha sevimli. Boş gelinmez diye Alemlerin Efendisi’ne, kucaklar dolusu selamlar getirdim sevenlerinden. Burada huzurunda olmak için yanıp tutuşan ümmetinden selam getirdim. Essalatü vesselamü aleyke ya Rasulallah! Kabul buyur emanetlerini. Ey ana kucağında ümmetî diyen sevgili. Ümmetinden bil bizi…"

Sıddîk arkadaşın Ebu Bekr daha da büyüyor gözümüzde. Sana benzemeye o kadar gayret etti ki, ölüm yaşı dahi sana benzedi. Hayatında seninle beraberliği o kadar sevdi ki, başı senin mübarek omuzlarına gelecek şekilde, yanı başına defnedildi. Selam senin üzerine olsun ey Eba Bekr. Ey Peygamberimin iki cihanda yoldaşı…

Ömer bin Hattab daha da büyüyor gözümüzde. “Ben vefat edince beni hücre-i şerifeye kadar götürün ve içeri girerken selam verin ve izin isteyin, eğer izin verilirse oraya gömün.” demişti. Hayatta sana en yakınlardan idi, yine en yakınında. Selam senin üzerine olsun Ey Ömer bin Hattab. Selam sizlerin üzerine olsun ey Ashab-ı Güzin, selam üzerinize olsun ey Âl-i Rasul…

Sana yakın olan her şey büyüyor gözümüzde. Tıpkı koca Uhud gibi. Sen ne kutlu bir şahitsin ey Uhud! Şu kayalıklardan yükselen ses asırlarda yankılanıyor. Resulallah ve ashabının çıktığı kayalıktan Hz. Ömer asrın müşriklerine sesleniyor. “Bizim Mevlâ’mız Allah’tır. Sizin Mevlâ’nız yok! Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.” Ey Uhud! Şimdi senin eteklerinde şehadete erişmek için neler vermez ki peygamber aşıkları.

Uhud’u izliyoruz okçular tepesinden. Yeryüzüne gelmiş geçmiş en cesur yiğitlerin er meydanı karşımızda duruyor. Şehitlerin mekânı tel örgüyle çevrilmiş. Tam ortasında bir kahraman yatıyor. Kainatın Efendisi’nin amcası, hamisi Hz. Hamza yatıyor. Ey şehitlerin efendisi, Allah’ın arslanı Hamza. Yeri, göğü, şu koca Uhud’u ağlattı şehadetin. Habibullah’ın göz yaşları ile ıslandı mübarek bedenin. Ve şimdi O’nun hüznü, elemi düştü yüreğimize. Eğer mekan mesafesini kaldırmak gibi mümkün olsa idi zamanı bertaraf etmek, hiç inmeyecektik okçular tepesinden. Allah’ın selamı ve rahmeti senin üzerine olsun Ey Esedullah!

Saadet günleri hızla akıp geçiyor, vakit gittikçe daralıyor. Gördüğümüz her şeyi hafızamıza kazımaya, geçirdiğimiz her anı Rabbimizin katında ebedileştirmeye çalışıyoruz. Ve Mekke’ye gidiş vakti geliyor. Kıbleye, Kabe-i Muazzama’ya dönüyoruz yönümüzü. Yolumuz hicret yolu. Sultanlar Sultanı’nın, “Sen benim için bütün dünyadan daha değerlisin” dediği şehre, Mekke-i Mükerreme’ye gidiyoruz.

Her gören dua emanet ediyor. “Kabe’yi ilk görenlerin duası makbul olur, bize dua et” diyor ya herkes, kendimi pek mühim hissediyorum. Yol boyunca tevhid, tekbir ve zikrullah tabelalarını geride bırakarak Mekke’ye yaklaşıyoruz. Saatler gece yarısını geçerken Kainatın Güneşi’nin doğduğu topraklara, Risalet-i Muhammediye’nin başladığı topraklara, Beytullah’ın olduğu topraklara, Mekke’ye varıyoruz. Bir telaş alıyor hepimizi. Kılık kıyafetler temizleniyor, abdestler alınıyor. Dualar ediliyor hep bir ağızdan. Yer yüzünün en eski mabedine, tüm İslam aleminin kıblesine, Rabbimizin evine gidiyoruz.

Saat 3:00 sularında Kabe’ye varıyoruz. Daha Kâbe’yi ilk gördüğümde ne isteyeceğimi bilemeden, O’na doğru adımlıyorum. Öyle müteşekkirim ki Yaradanıma, sanki bütün zerrelerim “Elhamdülillah” diyor. Sütunları geçip de başımı kaldırdığımda Kâbe görünüyor. Celal isminin tecessüm etmiş, müzeyyen, kapkara bir örtü giydirilmiş ve yer yüzüne indirilmiş hali, bütün heybeti ve azametiyle karşımızda duruyor.

“İlahi! Bu benim beytine ilk gelişim. Dilim öğrettiklerimi söyleyemez, aklım bildiklerini bilemez oldu. Anladım ki bu yaşamadıkça öğrenilemez, öğretilemez bir his imiş. Senin iklimine bıraktım kendimi kuru bir yaprak gibi. Rüzgarınla hayat bulmaktır tek dileğim. Kara, karayı temizler ümidiyle kapına geldik. Günah lekeleriyle kararmış kalplerimizi, Kabe’nin kapkara örtüsü ile pür-ü pâk etmeye geldik. Yerde hatırlı kullarının gökte meleklerinin aminlerine kat aminlerimizi…”

Yakınlaştıkça heybeti daha da artan Kâbe’nin etrafında tavafa başlıyoruz. Avuç içlerimizi Hacer-ül Esved’e doğru açıp selamlayarak ilk şavt başlıyor. “Allah’ım ayaklarımız yer tutmasın bundan böyle. Kanatlandır da uçur bizi. Eşref kullarının ardına düşür bizi. Gafil gelip, gafil bulup, gafil dönenlerden etme bizi Allah’ım”

Mü’min seline karışıp döndükçe dilim çözülüyor sanki. Bütün dua isteyenlerin isimleri teker teker aklıma geliyor, hepsine dualar ediyorum müstecap olmasını umarak. Yedinci şavt da bitince Makam-ı İbrahim’in arka tarafında umre sünnet namazı kılmaya gidiyoruz. Bu benim Kabe’deki ilk namazım. Harem’inde secdeye ilk varışım.

Bir baş secdeden kalktığında, karşısında Kabe’yi görürse gözler, bedeli kaç şükür secdesi eder Ya Rab?

Kabe’de namaz bir başkadır. Farz namaz başladığında tavaftaki herkes mükemmel bir uyum içerisinde namaza duruyor. Dünyanın her yerinden gelen müslümanların alınları, aynı anda secdede buluşuyor. Yaşı, rengi, ırkı, memleketi birbirinden farklı hepsinin, yalnız; Rabbi bir, dini bir, peygamberi bir, kitabı bir, kıblesi bir onların. Cemaatle namaz kılarken, o muhteşem mü’min denizinin dalgalanmasını seyredebilmek için rukûya ve secdeye birkaç saniye gecikmeli gitmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Umreye niyet edenleri iki rekat namazdan sonra sa’y vazifesi bekliyor. Hz. Hacer anamızın oğluna su arayarak o tepeden bu tepeye koşuşturmasını hayal ederek pür telaş devam ederken sa’y vazifesine, bir taraftan da dualar okuyoruz. Kuruyan dudaklarımız susuz kalmış Hz. İsmail’in bulduğu mu’cize su ile ıslanıyor, serinliyoruz... “Ya Rab, bize beytinde zemzemi nasip ettiğin gibi, gaflet hararetinden kurtar, ilminle serinlet kalplerimizi…”

Ayrılık günü gelip çatıyor. Ziyaretimizin ve dualarımızın makbuliyeti için niyaza durmuş Kabe’yi izliyoruz son kez. İlkini nasip eden Mevlâ, bir daha, bir daha, bir daha nasip etsin diye bize bu diyarları, ümitle yalvarıyoruz.

Medine’ye dönüyorüz yeniden. Veda zamanı geldi. Günlerden firak… Saatler hüznü, dakikalar hasreti gösteriyor. Alemlerin Efendisine, Mescid-i Nebevi’ye gidiyoruz. Sevgili Peygamberimize vedaya gidiyoruz. Bir vakit daha kılıyoruz Harem’de. Huzur-u Nebi’de dualar ediyoruz. Giderayak şefaat dileniyoruz yine. “Tekrar kabul buyur bizi huzuruna ey Nebi! Buradan uzaklara gidiyoruz şimdi, senden ırak olacak bedenlerimiz. İlahi, öyle bir yakınlaştır ki ruhlarımızı Habibinin nuruna, yollar uzak düşüremesin bizi. Mesafeler uzasa da arttır muhabbetimizi, sünnetine ittiba ile süsle amel defterlerimizi. Senin ve Habibinin aşkıyla yandır yüreklerimizi Ya Rab! Yandır ki; tez olsun gelişimiz, yeniden huzura erişimiz…”

Yola çıkışımıza yarım saat kala, yol boyunca kullandığım siyah başörtümü kaybediyorum. Hepimiz birlikte arıyoruz ama yok. Haremeyn’in bahçesinde secdede tozlanan, Kabe kokusu sürünen, gözyaşlarımla ıslanan başörtüm, biz Medine’den ayrıldıktan yarım saat sonra bulunuyor. “Medine’nde benden bir örtü kaldı. Geri geleceğim almaya ya Habiballah. Dönerken yine bırakacağım, ve tekrar, tekrar, tekrar…”

Ya Rasulallah! Beni sana yakınlaştıran yollar, şimdi senden uzaklaştırıyor. Hasretin şimdiden kavuruyor sinemi. “Kişi sevdiğiyle beraberdir” sözünde teselli buluyorum. Daha şimdiden, tekrar huzuruna kavuşacağım günlerin, saadet günlerinin hayalini kuruyorum.

Uzak değil inanıyorum…

27.03.2009

"yoldan geldik, yola gideceğiz..."




ve sustu tüm sebepler...

kader konuştu...



21.03.2009

krizlenimler

Kriz duasına çıkan medya sokakta mikrofon gezdiriyordu. Kadınlardan biri fırsatı bulunca açtı ağzını yumdu gözünü. Kendini öyle kaptırdı ki konuşmaya, komik duruma düştüğünün farkında değildi.

"Pazardan ıspanak bile alamıyoruz evimize" diye bas bas bağırıyordu. Evine ıspanak alamayan kadını kısaca tarif edeyim size. Kafanızda canlandırın...

Saçlar yeni boyanmış, röfleli, fönlü. Ortalama fiyat söyleyen bir kuaförde yaptırmış olsa, düz boyaya ve röfleye 100 tl. föne 15 tl. vermiş olması gerekiyor. Manikür vs. için en az 50 tl daha kuaför masrafı ilave edilebilir buna. Kılık kıyafet gayet düzgün. Yakası kürklü bir manto giymiş. Onlar için fiyat tahmini yapmaya bile gerek yok.

Bizim evde fazla tüketilmediği için yakın zamanda ıspanak almadım. Fiyatını bilmiyorum ama gayr-ı zaruri ihtiyaçlarına bu kadar para harcayan bir kriz maduresinin (!) güç yetiremeyeceği kadar zamlanmış demek ki...

***

Etraf bu tür örneklerle dolu. Ayağı ile yorganı arasındaki dengeyi tutturamayanlar, romatizmal mağduriyetlerinden sorumlu bir suçlu avına çıkmışlar. Sabıka dosyası kabarık olduğu için ilk akla gelen de o. Şamar oğlanı niyetine krizi çağıran çağırana.

Asıl tuhaf olan ise; alışveriş merkezleri, çarşılar, büyük marketler insan kaynıyor... Herkes çarşıda, pazarda... Bir tek kriz yok!

13.03.2009

Öldüğünüz topraklardaki zeytinler de gözlerin kadar siyah mı?

Düşene damdan bakıp da ağıtlar yakan anlamazmış meğer damdan düşenin halinden...


Ateş yakmışsa bir kere düştüğü yeri, yakınındakilerin payına düşen, yanık kokusundan mütevellid hafiften bir geniz yanmasıymış meğer... Bir iki öksürük hasıl olurmuş bu geniz yangınından, az biraz da soluğu daralırmış belki... O acıyla yananın halinden dem vurmaya kalkarmış da başlarmış anlatmaya yangında kül olanların halinden. Yazarmış, çizermiş, anlatırmış, anlarmış güya...


Bilmezmiş ki o sadece geniz yangınından anlarmış. Oysa ateşte yanmak öyle mi? Bilmezmiş ki değil ateşte yananın halini, yangının dumanında kalanın halini bile yazmaya yetmezmiş yeryüzündeki hiç bir alfabe. Ne bir lisan anlatabilirmiş yaşananları, ne de yanmayan bir insan.


Hakikat terazisinin bir kefesine yazılanlar, çizilenler, anlatılanlar, okunanlar, görülenler, hissedilenler, zannedilenler üst üste istif edilse de, "yaşananlar" kefesini gram oynatamazmış yerinden.


...


Böyle düşünmüyordum Ehlem'i tanıyana dek. En azından hislerine tercüman olmak daha doğrusu öyle sanmak, sızlayan vicdanıma düşük dozlu anestezi etkisi yapıyordu.


19 yaşında bir Gazze'li Ehlem. Ateşte yananlardan. Canı da cananı da yananlardan bir Gazze'li genç kadın. Türkiye'ye tedavi için getirildiği günden bu yana ilk defa bir günlüğüne hastaneden çıktığında, bir dostumun evinde tanıdım Ehlem'i. Hastanede ziyaret etmemek için türlü bahaneler üretmiştim kendime. Sebebini kendime bile açıklayamadan yan çizmiştim. Ev ortamında görmek daha iyi olacaktı. O'na soracak o kadar çok sorum vardı ki... Söylemek istediklerim.. dinlemek istediklerim... Zihnimde sıralıydılar birer birer.


Ehlem'in mütebessim çehresini, zeytin karası gözlerini görmek ezberlerimi unutturmaya yetti. Daha önceden tadını bilmediğim bir acı belirdi damağımda. Öyle ki; lâl oldu dilim. Oysa çok kolaydı "acılarınızı paylaşıyoruz" demek. Hani şu dilimize tesbih ettiğimiz cümlecik. Demedim, diyemedim, diyemezdim de... Paylaştığımı sandığım acı bu acı değildi. Zaten onun istediği de bu değildi. Böyle acıdan paysız olsundu tüm mü'minler.


4 ay önce evlediği eşi ile birlikte ailesinden 11 kişiyi şehit vermişti. Şarapnel parçasıyla yaralanan ayağının ağrıyıp ağrımadığını sorunca "Orası değil, burası ağrıyor" dedi kalbini göstererek.


"Allah sabredenlerle beraberdir" ayetinde teselli bulmuş bir Gazze'li Ehlem. Ayağına batan dikene mızrak muamelesi yapanların gözüne sokarcasına sabreden, şükreden bir genç kadın. Vücudu zayıfladıkça ruhu kuvvet bulmuş belli ki. Ayağına değil de sanki imanına takılmış o demir parçaları. İyice perçinlemiş inancını. Rabbine vidalanmış sımsıkı.


Ehlem'e annesi refakat ediyor. Belli ki (her anne gibi) O'nun canı daha çok acıyor. Pervane oluyor kızının etrafında. Hep mütebessim, hep mütevekkil anne kız. İman, tevekkül, teslimiyet kelimelerini hâl diliyle söyleyenler, hâl mürekkebiyle yazanlar onlar...


Gazze'li hastalar arasında durumu çok daha ağır olanlar var. Ahlem yakında taburcu olacak hastalar arasında. Gazze'yi ve Gazze'de kalanları çok özlemesine rağmen Türkiye'den ayrılmanın zor olacağını, buradaki kardeşlerini de çok özleyeceğini söylüyor.


Ehlem'in buradaki tedavisinin bitmesine az bir zaman kaldı. Fakat şunu da iyi biliyor ki; Şafi olan Allah'tan başka hiç bir tabip derman olamayacak derdine. Hiç bir ilaç iyi gelmeyecek yaralarına iman merhemi kadar.


Ve hiç bir günü bu kadar hasretle beklemeyecek 'hesap günü'nü beklediği kadar.



1.03.2009

Kamuflaj ( l ince okunur, tdk öyle diyor)

Filmin başlamasına bir iki dakika kala sinemanın girişine doğru ilerledim. Girişte biletleri kontrol eden görevliyi görmek için etrafa bakınarak içeri girerken "hanımefendi biletlerinizi görebilir miyim?" diye seslendi birisi. Hemen yanımdaki taburede oturan kızı ancak o zaman farkettim.

Sarı renkte bir duvarın önünde duruyordu. Sapsarı saçları vardı. Sarı bir tişört giymişti. Yorgunluktan benzi de sararmıştı. Komandolar bile doğada bu derece başarılı kamufle edemezlerdi kendilerini. "Pardon... şey.. sarıdan dolayı..." diye gevelemeye başladım lafı. Durumu farkedince o benden daha çok güldü :) Benim halim mi daha komik geldi ona yoksa kendi halimi bilemiyorum :)

...

Ren geyiği Niko'nun maceralarını izledik. Film bittiğinde çocukların hayal gücü tavan yaptı. Herkes kendi senaryolarını anlatıyordu. Benimse aklımda girişte yaşadığım olaydan hatırıma gelen, çocukla karıncanın şu diyaloğu vardı. Animasyonu yapılsa da fena olmazdı.

"Çocuk sordu:

-Ey karınca karınca!
Kara renkli karınca!
Seni gören olur mu?
Ortalık kararınca?

Karınca cevap verdi:

-Karanlık bir gecede
Simsiyah bir bacada
Kara tüylü keçede
Olsam bile ey çocuk
Beni Allah'ım görür!"

12.02.2009

bir avuç bile değildi kalbi

Hasan 10 yaşındaydı. Yaşından olgun, zeki bir çocuktu. Resulallah (s.a.v) ve ashabının aşkı nakşedilmişti kalbine, daha o yaşta. "Çağrı" filmini her gün tekrar tekrar izliyor, izlemekle kalmıyor sanki yaşıyordu. Bu hâl her geçen gün biraz daha değişmesine neden oldu Hasan'ın.

Zamanla anne ve babasını uyarmaya başlamıştı."Anneciğim ne olur başını ört, evde de çıplak dolaşma." "Baba Kur'an oku, namazlarını kıl" diyerek, yardım etmeye çalışıyordu ailesine. Hasan o kadar sevmişti ki peygamberini (s.a.v.), dilinden salavat düşmüyordu. Her vakit O'nu anıyordu aşk ile.

Bir gün okuldan geldiğinde yüzü morarmış, üstü başı perişan haldeydi. Ailesi telaşla sordu. Hasan bir çocuğun Peygamberine (s.a.v) küfrettiğini, buna tahammül edemeyeceğini, bu yüzden de çocuğu bir güzel dövdüğünü tabi bu arada biraz da dayak yediğini söyledi. Okul idaresi aileyi çağırıp şikayet ettiler Hasan'dan. Aile çocukları için endişe ediyordu. O'nun ruh sağlığının bozulduğunu düşünmeye başladılar. Bütün uyarılara rağmen, Hasan daha sonra Rabbine küfreden bir çocuğu da bir güzel dövmüştü. O Hz. Hamza'yı örnek almıştı kendine. En sevdiğine sövenlerin karşısında aslan kesilmişti.

Bir süre sonra grip olduğu düşüncesiyle doktora gitti Hasan. Tetkiklerden anlaşıldı ki hastalık lösemi. Tedaviye hemen başlandı ama Hasan'ın durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Her gün biraz daha şevkle kılıyordu namazlarını. Salavat tesbih olmuştu dilinde. Her gün biraz daha özlüyordu Peygamberini (s.a.v.) Ailesine sürekli telkinler yapıyor, onları cennet ehli olmaya davet ediyordu.

Bir sabah erken vakitte babası Hasan'a bakmaya gitti. Onu pencereden birini el sallarken gördü. Sordu kime el salladığını. Hasan anlattı: "Bad-ı saba diye bir rüzgar varmış baba. Ona selam verdin mi Efendimize götürürmüş selamını. Ben ona salladım elimi, bad-ı sabaya. O'na (s.a.v) götürsün diye selamımı"

Yine bir sabah anne ve babasına rüyasını anlattı Hasan: "Eviminizin çatısı açıldı, beyaz giysili iki insan beni alıp bulutların üzerine çıkardılar. Orada çok güzel bir ev gösterdiler bana. 'Hasan burası senin. Gelip burada yaşamak ister misin' diye sordular. Ev çok güzeldi, şimdiye kadar hiç görmediğim ve de hayal edemediğim kadar. Fakat ben annemi babamı isterim, onlardan ayrılamam dedim. Beni geri buraya getirdiler" dedi.

Ailesi Hasan'ın psikolojisinin hastalığın da etkisiyle iyice bozulduğunu düşünmeye başlamıştı. 10 yaşındaki çocuk bu hasta haliyle nasıl bu kadar ibadet edebilirdi?

Hasan daha önce gördüğü rüyaya benzer bir rüya daha gördü. Bu kez kendisine gösterilen evin yanında çok güzel bir bahçeye götürdüler Hasan'ı. "Bak buralar da senin, görebildiğinden de fazlası." dediler. İlerde kendine doğru yürüyen ışık saçan bir adam gördü. Hasan'a sesleniyordu. "Burada kalmak ister misin Hasan?". Hasan: " Ben annemi babamı özlerim" dedi. "Benim de oğlum olmaz mısın Hasan?" diye soru ses. "Sen de kimsin?" dedi Hasan. "Ben senin bad-ı saba ile selam gönderdiğin Muhammed'im" dedi Resulallah (s.a.v.) "Öyleyse anam babam sana feda olsun Ya Resulallah! Anam babam sana feda olsun!" dedi Hasan. "Hazır ol Hasan. Yarın seni almaya ben de geleceğim." dedi sevgili Peygamberi.

Ailesine rüyasını anlattı Hasan. İnanmak istemiyorlardı. Fakat korkuyorlardı da. Resulallah vadettiği gibi Hasan'ın yanındaydı son nefesinde. Yanı başında Hz. Hamza ile birlikte. Anne ve babasına kutlu misafirlerini tanıttı Hasan yüksek sesle salavat getirerek ama onlar sadece boş duvar gördüler.

Babasının daha sonra anlattığına göre Hasan'ın odasına vefatında dolan gül kokusu 10 gün boyunca kaybolmamıştı. Hasan'ın hâli bütün ailesinin hidayetine vesile olmuştu.

İnne lillah ve inne ileyhi raciûn

***

Hasan'ın yaşanmış hikâyesini, birebir ailesinden dinleyen bir ehl-i ilimden işittim. Çocuklara islami terbiye verme, namaz ve ibadet alışkanlığı kazandırma konusunda arayış içerisindeyken bir umut ışığı oldu. Bu gün de 8 yaşındaki Meryem Nesibe'nin hafızlık taç giyme törenine davetiye aldım. Rabbim hepimizin çocuklarına bunlar gibi hüsn-ü misal olmayı nasip etsin. Peygamber aşkıyla doldursun kalplerini. Hasan'ın selamını götüren bad-ı saba bizlerin de selamını götürsün en sevgiliye...

7.02.2009

Dur basma!.. da fistan giyemem amaan...

Ah bir dilleri olsaydı da konuşsalardı, duvarların mı daha çok olurdu anlatacakları yoksa tartıların mı? Veya, duvarlar mı daha iyi sır saklar, tartılar mı? Memnunlar mıdır ki ketum hallerinden? Hiç bağırmak, isyan etmek gelir mi içlerinden?

Duvarlar ayrı bir merak konusudur ama şimdi üzerinde duracağım husus tartılar. Tartı yerine fransızca "bascule" kelimesinden dilimize geçen baskül'ü de kullanırız. Gerçi basanın beden ve ruh haline göre zaman zaman değiştirilebilir özelliktedir baskül kelimesi:

* bas-gül

* bas-ağla

* bas-rejime gir

* bas-çık rejimden depresyona gir

* bas- aç ağzını ve gözlerini açabildiğin kadar

* bas- kapat gözlerini, unut gördüklerini

* bas-kasıl

* bas-bozul

* bas-hayır basma!

...

Siz hiç doğru söyleyen bir tartı gördünüz mü? Ben görmedim. Hepsi de birbirinden yalancı, kötü niyetli, takıntılıdırlar. Hani her öğrenciye takan bir hoca vardır ya okul hayatında, öğrenci çalışır çalışır da geçemez dersi. Öğretmen takmıştır bir kere. Zaten kıt notludur, kırar öğrencinin notlarını. Tartılardaki durum da buna benzer ama bir farkla; notlar gibi kırılmaz kilolar, aksine cömertce yükseltilir tartılar tarafından.

Bütün tartılar bunalımlıdır aslında. Rejim denilen döner kapılı mekâna girmeleriyle çıkmaları bir olan insan evladının yüklerini taşımaktan yorulmuş, depresyonun yamacına sığınmıştır tartılar. Acaba gerçekten bozuk mudurlar, yalancı mıdırlar? Yoksa dokuz köyden kovulan doğrucu davud mudurlar? Bu sebepledir ki; mermer zeminde ayrı, seramik karoda ayrı, tahta parkede ayrı, laminant parkede ayrı tartarlar aynı insanı.

Sahibi önce şefkatle yaklaşır tartıya. Zemini suçlu bulur ilk denemelerde. Nadide bir salon bitkisi gibi tartının yerini sevmesini bekler. Yer değiştirdikçe azalır sabrı. Kabahat tartıdadır belli ki. Kızar, öfkelenir, azarlar... Yine de bir kaç yüz gram eksik tartan yeri, gün ışığını en iyi alan yer olarak belirler tartı için.

...

Bir çok eşyanın eskilerinin yeni versiyonlarından daha iyi olduğunu düşünüyorum. Kayınvalidemin eski ocağı benim yeni ocağımdan daha iyi yanıyor mesela. O'nun çamaşır makinası benimkinden en az üç kat daha uzun ömürlü. Az fonksiyonlu, manuel, demode belki eskiler ama yenilerden çok daha iyi.

Ve tabi eski tartılar... Yeni nesil dijital torunlarından çok daha sağlıklı, çok daha vakurdular, çok daha emindiler kendilerinden. Dijitaller kadar tahkir edilmez, hor görülmez, itilip kakılmazlardı. Azıcık arka ayarıyla oynadın mı, bir de rakamı geriye doğru yuvarladın mı, basanın da basılanın da psikolojisi kurtulurdu. Marifet iltifata tabiydi ya, o kadarcık hileye izin verirdi eski tartılar, küçük kıyaklar yaparları tartılanlara.

Vahim olan ise şimdiki dijitallerin hali. Karakterlerindeki dürüstlük, detaycılık ve de gramcılık ilkesi çoğu zaman taktir edilmediğindendir pillerinin çok dayanmaması. Çabuk pes ederler, fazla dayanamazlar bu "rejim baskısı"na.

İnsan evladının haline için için gülerler kimi zaman. Öyle ya; tansiyon ölçtürmek gibidir tartılmak. Tansiyon aleti çıktı mı ortaya sırayla herkes ölçtürür tansiyonunu. Küçük çocuklar bile "seninki ölçülmez daha" deseniz de "ya bi kere de benimkini ölç" diye yapışırlar ya, tartılmak da böyledir. Tartı ortaya çıktı mı, küçük büyük herkes çıkar üzerine, ya gizlice ya da âşikar tartılırlar. Açken tartılırlar, yemek yer tartılırlar, su içer tartılar. Birisi gelir tartılır, hoşnut kalmayınca bir giysisinin ağır olduğunu düşünür, çıkarıp öyle tartılır. Sonra da neden bilinmez, çıkardığı giysiyi kucağına alıp yine tartılır.

Tartı can havliyle "Yeter! Gelmeyin üzerime!" demek ister belki anlamsız çizgiler yanıp sönerken, fakat diyemez. Sahibinin fazla kilolarından kurtulduğu günü göremeden, vaktinden evvel kapanır göstergesi, biter pili...

24.01.2009

karne

Otobüsteydim. Birkaç durak ilerde liseli gençler ellerinde karnelerle bindiler otobüse. Hallerinden anlaşılıyor ki karneler süper. Taktirler, teşekkürler havada uçuşuyor.

İçlerinden bir kız, en fazla 16’sında, fakat makyajı o kadar yoğun ki 25 gösteriyor. Kâh otobüsün bir ucuna sesleniyor, tiz sesini olabildiğince yükselterek. Kâh öteki ucuna.

“Deniiiiiizzz! Notlar nasıl notlar? Kaç tane 1 var?” diye bağırıyor sırıtarak. Deniz’in sesini duyamıyorum tabi, epeyce uzakta. Fakat görüyorum. Teşekkür aldıııım! Diye çığırmıyor oradan buraya, sessizce elindeki belgeyi havaya kaldırıyor, hafif mahcup.

“Aaa! Ben teşekkür alsam ağzım kulaklarıma varır be. Şuna bak surat yapıyor bir de” diyor ve patlatıyor kahkahayı.

“Ya bir de kulaklarında olsaydı ağzın, nasıl olurdu ki halin?” diye geçiriyorum içimden.

“Böyle gidersen ne öğretmenin teşekkür edecek sana, ne okulun, ne ailen, ne hayat, ne de vakti geldiğinde sen teşekkür edeceksin kendine…” demek istiyorum, diyemiyorum.

Sadece benim dikkatimi çekmedi bu durum.Tam önümde oturan kasketli amca, yaşı yetmişe yakındır, işaret parmağıyla kızın karnesini göstererek, “ver bakiiim sen onu” diye seslendi genç kıza. Kızın suratı değişti birden, vermek istemedi ama direnmedi de. Umarsız bir edayla verdi karneyi. Amca 1’leri saymaya başladı 1..2..3.. diye. Sonra duyamadığım bir şeyler mırıldandı kıza. Birkaç cümlecik öğüt vermeyi ödev bildi belli ki. Kızdaki ifade donuklaştı. Biraz önceki pür neşe halinden eser kalmadı. Susmadı tabi yine konuşuyordu fakat içinden…

***

Kaleme çok malzeme var bu otobüslerde, daha sık binmeli…

13.01.2009

Hafta içi her akşam birbirimizi "yemekteyiz"

Milletimizin en güzel hasletlerini birer birer yiyip bitirmekteyiz. Ahlâkî değerleri kemirmekte, sonra da bir güzel öğütmekteyiz. Âdab ve terbiyenin tadını tuzunu kaçırmaktayız. Türk milletinin tarihten bu güne özenle pişirdiği aşa su katmaktayız. Beş-on bin liraya değerlerimizi satın alanların ekmeğine yağ sürmekteyiz...

Bu programın (şimdi benzerleri de türedi) eğitici(!) bir tarafı da var. Yeni yemek tarifleri, çeşit çeşit sofra düzeni ve süslemesi gibi konularda eğitiliyoruz. Tabi bunların yanında; iki yüzlülüğü, samimiyetsizliği, üç-beş saatlik şöhret uğruna, belki otuzbeş senede kazandığımız değerleri ayaklar altına almayı da öğreniyoruz. Hem de şimdiye kadar güzel bildiğimiz her şeyi değiştiricek kadar sağlam yazıyoruz zihnimize.

Biz; masada bıçağın hangi yöne konulacağını bildiğimiz kadar yemeğe dudak kıvrılmayacağını da bilirdik. Çatalın ucuyla yemeği didikleyip olduğu gibi çöpe göndermenin, nimeti gönderene şükürsüzlük olduğu da bilirdik. Masaya vurarak “nerde kaldı benim yemeğim!” nâraları atmanın terbiye dışı olduğunu da bilirdik.

Annelerimizin, ninelerimizin odalar dolusu misafirleri yamalı yer sofralarında nasıl keyifle ağırladıklarını, yine bunlar gibi samimi sofralara misafir olduklarında, yemekten nasıl şükür ve memnuniyetle kalktıklarını ve bize de böyle öğrettiklerini unutacak kadar güzel eğitiliyoruz.

Her yaştan insanlara sirayet eden eleştiri hastalığının ve anlamsız gurmelik merakının başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?

...

Varsın sofra düzeniniz demode olsun...

Mantılarınız kalın açılmış, çorbalarınız yağlı olsun...

Varsın mum olmasın sofranızda...

Yeter ki etrafında samimi tebessümler olsun.

5.01.2009

İlahi!

Gelsin artık ebâbil, Filistin'linin taşı zalime ulaşmıyor.

Sırtlanlar arasında bir avuç mü'min. Yetişsin Esedullah, bir Hamza gönder..

Halit gibi hidayet et kılıcı keskinlere. Cihadına önder Seyfullah gönder.

Mecali yok kimsenin "dur" demeye. Zalimi titretecek bir Yavuz, bir Süleyman, bir Fatih gönder...